Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Gelişim Üniversitesi öğretim üyesi Özlem Tuğçe Keleş ile sinemayı ve sinema ile Antroposen arasındaki bağlantıyı ele alıyor.
Satırbaşları:
- Filmler asla sadece film değildir; döneminin ideolojisini ve dilini yansıtan araçlardır.
- Doğa ve diğer varlıklar sinema anlatısında çoğunlukla bir arka fon gibi kalıyor.
- Distopyalar bugünün kaygılarını sembolleştirir; aslında geleceği değil, şimdiyi anlatır.
- Ütopik anlatılar seyirciye sorumluluk yüklemez; filmi kapattığınızda hayatınıza devam edersiniz.
- Animasyonlar, özellikle çocuklara doğayla empatiyi öğretmede dönüştürücü bir güç taşıyor.
Antroposen Sohbetler’de bu hafta, sinemanın doğaya nasıl baktığını tartıştık. Bilimsel raporların ötesinde, perdedeki görüntüler bize ne söylüyor? Doğa yalnızca bir arka plan mı, yoksa anlatının kurucu öznesi olabilir mi?
Konuğum, Gelişim Üniversitesi öğretim üyesi Özlem Tuğçe Keleş ile Antroposen çağında sinemanın izleyicide empati ve sorumluluk uyandırıp uyandıramayacağını detaylarıyla ele aldık. Sinema, çok uzun süredir insan hayatında yer alıyor ve belki de kitaplar gibi hikâyeleri görselleştirerek farkındalık oluşturuyor.
Peki, bugünün krizleri olan biyoçeşitlilik ve iklim krizini toplumsal sorunlarla iç içe anlatmayı deneseydi, gezegenin geleceği için şüphesiz önemli bir adım atılmış olmaz mıydı? Belki de bir film sonrası herkes 'gezegen için ne yapabilirim?' diyerek salonu terk eder; bu da geleceğimiz adına atılmış en değerli adımlardan biri olur.
İyi dinlemeler ve iyi okumalar…
Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün, 'Sinema doğaya ne anlatıyor?' sorusundan yola çıkarak, perdenin ardındaki gezegene bakmaya çalışacağız. Antroposen çağındayız yani gezegenin insan etkisiyle şekillendiği, doğayla olan ilişkimizi yeniden sorgulamamıza neden olan bir dönemdeyiz. Bu çağ yalnızca bilimsel raporlarla değil, sanatla da anlatılıyor. Sinema ise bu anlatımın belki de en güçlü sahnelerinden biri.
Peki, sinema bize ne anlatıyor? Kimin adına söz söylüyor? Ona bakarken ne hissediyoruz? Antroposen ile nasıl ilişki kuruyoruz?
Bugünkü söyleşide, sinemanın doğayla kurduğumuz estetik, etik ve duygusal bağları nasıl dönüştürdüğünü tartışacağız. Doğa sadece bir fon mu, yoksa anlatının kurucu öznesi olabilir mi? Sinema, gezegenin sesini duymamıza ve onunla yeni bir ilişki kurmamıza aracılık edebilir mi? Ana çatıdaki sorumuz bu.
Çok değerli bir konuğum var; Gelişim Üniversitesi öğretim üyesi Özlem Tuğçe Keleş. Soruları bir uzmana yöneltmek istedim ve kendisi de sağolsun kırmadı, programa katıldı. Hoşgeldiniz Özlem Hanım, sizi burada görmekten çok memnun oldum.
Özlem Tuğçe Keleş: Hoşbulduk hocam, bu kıymetli davet için teşekkür ederim. Uzun zamandır takip ettiğim bir yayının parçası olmak ve sizinle bu sohbeti yapmak benim için çok değerli. Sağolun, hoşbuldum.
U.P.: Ben kısa bir giriş yaptım ama yavaş yavaş sorulara geçebiliriz ancak geçmeden önce, dinleyicilerimiz için sizi kısaca tanısak iyi olur. Program öncesinde konuşmuştuk, bu kısmı size bırakayım; ilgi alanlarınızı, neden böyle bir söyleşi yapmaya karar verdiğimizi kısaca paylaşabilir misiniz? Sonrasında da sorulara geçeriz.
Ö.T.K.: Çok teşekkür ederim hocam. Kısaca kendimden bahsedeyim; ben Özlem Tuğçe Keleş, Gelişim Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. İletişim sosyolojisi alanında, özellikle sinema ağırlıklı çalışıyorum ve ayrıca iklim iletişimi üzerine de araştırmalar yapıyorum. İnsanların farklı alanlarda medya araçları üzerinden nasıl mesajlar aldığını, nasıl etkilendiğini, hatta nasıl manipüle edildiğini anlamaya çalışıyorum. Bu oldukça kapsamlı bir yolculuk.
Antroposen sinema da bu bağlamda önemli bir alan yani iklim değişikliği ve iklim iletişimini çalışırken, sinemanın bu süreçte yarattığı etkiyi göz ardı etmek mümkün değil ve bugün bir araya gelmemizin nedeni de bu aslında ki benim de ilgi duyduğum konulardan biri. 'Antroposen sinema' dediğimizde, acaba bunu 'Antroposen film çalışmaları' olarak mı görmek lazım yoksa daha geniş bir anlatı mı? Bu da belki uzun uzun tartışılması gereken bir konu.
U.P.: Ben de bugünkü sorular için çok heyecanlıyım çünkü programda daha önce böyle bir konu hiç ele alınmamıştı. Oysa çok önemli bir mesele yani sinema hayatımızın içinde, hep var olan bir şey ki üstelik arka planda pek çok mesaj da veriyor. Biz bu mesajların ne kadarını anlıyoruz, ne kadarına ulaşıyoruz bilmiyorum ama farkındalık yaratma açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu kısa giriş için teşekkür ederim ve izninizle ilk soruya geçmek istiyorum: Antroposen sineması izleyiciyi harekete geçiren bir duygulanım yaratıyor mu yoksa krizi estetik bir mesafeye mi itiyor? Çünkü Antroposen aslında krizler çağı - iklim krizi, biyoçeşitlilik krizi… Bunlar hayatımızın hemen her alanında karşımıza çıkan meseleler. Kimi zaman görüyoruz, kimi zaman görmezden geliyoruz. Peki bu noktada sinema nerede duruyor?
Ö.T.K.: Şöyle değerlendirmek gerekir hocam: Filmler asla sadece film değildir; anlatıları gereği, döneminin söylemini, ideolojisini, dilini yansıtan araçlar olarak düşünmek lazım. Bu bağlamda Antroposen sinema ya da Antroposen film anlatılarında izleyiciyi harekete geçiren unsur, sinematografik olarak da izleyicinin özdeşleşebileceği bir şey olmalı. Bu, kimi zaman etik kaygılarla, kimi zaman estetik anlatılarla sağlanabilir. Burada önemli olan, kameranın konumudur yani izleyiciyi dışarıda mı bırakıyor yoksa sorumlu hale mi getiriyor? Çerçeveleme, 'bu senin de sorumluluğunun bir parçası' diyerek kulağa bir şeyler mi fısıldıyor? Biz çoğu zaman bu sorumluluğu göz ardı eden bir seyir deneyimi içerisindeyiz. Oysa krizler, estetik unsurlar aracılığıyla anlatıldığında, seslerle, görüntülerle, akışın içinde izleyiciyi göz ardı etmemek gerekir çünkü seyirciye 'bu senin de sorumluluğun' duygusunu hissettirmek, onun empati kurmasını sağlamak çok önemlidir.
Eğer izleyici yok sayılır ise o sorumluluğu özümsemez; kendini dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir olaya dışarıdan bakan bir gözlemcisi gibi hisseder. Oysa mesele; izleyiciyi gözlemin içine dahil etmek, duygulanım üzerinden acıyı hissettirmek, empati kurdurmak ve sorumluluk yüklemek.
Bu nedenle 'kriz estetiği', Antroposen sinema açısından önemli bir tartışma alanıdır. Marvel ya da DC Comics gibi ana akım örneklerde dahi bu unsurları görebiliyoruz ancak özellikle sanat sineması ve belgesel filmlerde bunu anlatmak, göstermek ve seyirciye özümsetmek daha da gerekli. Kriz estetiği üzerine düşünmek, insanı dışarıda bırakmayan, onu özdeşleşmeye ve sorumluluğu paylaşmaya davet eden bir anlatıyı mümkün kılar.
U.P.: Az önce söylediğiniz gibi, ben de bu dönemde doğayla yeterince empati kuramadığımızı düşünüyorum. İnsan, kendini hep doğanın hakimiymiş gibi görüyor; çevresine dönen bir dünya tasavvur ediyor - oysa bundan vazgeçmemiz lazım. Sonuçta bir böcek neyse, bir kuş neyse, bir çiçek neyse ya da gözle göremediğimiz bir omurgasız canlı neyse, insan da bir tür olarak onlardan farklı değil ama maalesef yok edici bir konuma geçmiş durumda. Bu noktayı vurgulamanız çok değerli oldu; ben de programlarda hep altını çizmeye çalışıyordum.
Peki o zaman, doğanın rolü ne? Doğa, hayvanlar ve diğer canlı–cansız varlıklar sinemada sadece bir arka plan mı? Yoksa onlarla bir akrabalık kurmaya imkân tanıyan bir özellik taşıyor mu? Bunu nasıl değerlendirebiliriz?
Ö.T.K.: Sinema anlatısı içinde en çok göz ardı ettiğimiz şeylerden biri çoktürlülük çünkü sinema, hâkim pozisyonu gereği, insana öncelik veren; insana bir şey anlatmayı, insanı merkeze koymayı amaçlayan bir araç. Bu nedenle bitkiler, hayvanlar ya da gündelik hayatta 'diğer varlıklar' dediğimiz tüm canlılar, sinema anlatısında yok sayılıyor. Oysa öyle olmaması gerektiğini, bu dilin değişmesi gerektiğini bugün daha açık şekilde görüyoruz.
Bunu söylerken aslında sinemanın da dışına çıkmak gerek. Günlük hayatta bilgiyi aldığımız medya diline, haber diline bakalım: 'Hiçbir can kaybı yaşanmadı' dendiğinde, aslında yalnızca insan kastediliyor. Yangınlarda evini kaybeden bir canlıya hiç atıfta bulunulmuyor, ona değer verilmiyor. Böylece hayvanlar ve diğer canlılar hep bir arka fon gibi kalıyor. Oysa bu anlatının değişmesi, bu 'akrabalık' biçiminin ve çoktürlülüğün sinema içinde bir karşılık bulması gerekiyor.
Antroposen sinema, özellikle belgeseller aracılığıyla bu yönde adımlar atmaya başladı. Anlatıyı sadece insan üzerinden değil, çoktürlülüğü de hikâyenin bir parçası haline getirerek; sesleriyle, doğanın içinde olma hâliyle, 'anda olma' hissiyle gösteren bir sinematografi geliştirdi ama bunu yalnızca sinemada değil, günlük hayatımızda da görmemiz lazım. Ne yazık ki bu akrabalık bağından hâlâ çok uzağız. Şehir yaşamında da, doğayla kurduğumuz ilişkide de bu akrabalığı deneyimlemiyoruz; hep insanı 'üstün varlık' olarak konumlandırıyoruz. Medya dili de, sinema dili de bu üstünlüğün yarattığı krizlerden insanı sorumlu tutmamak üzerine kurgulanıyor. Kameranın pozisyonu bile böyledir: Bir hayvanı ya da bir ağacı gösterdiğinde bile üstün olan hep insandır.
U.P.: Bugün bu söylediğiniz tarzda örnekler var mı? Yani bu yaklaşımı sinemada görebildiğimiz, hatta çoğaldığını söyleyebileceğimiz örnekler mevcut mu?
Ö.T.K.: Tabii ki var hocam ki özellikle belgesellerde bunu sıkça görüyoruz. Film örneklerinden de bahsedebiliriz. Örneğin, Werner Herzog’un 2005 yapımı Grizzly Man filmi. Oradaki anlatıya baktığımızda, ana karakterin ayılarla kurduğu ilişki üzerinden doğada 'muktedir olmamak' fikri işleniyor. Sinemada bugüne kadar insan çoğunlukla her şeye muktedirmiş gibi temsil edildi. Oysa bu film, doğa karşısındaki acizliği kamerayla, kurgu ve duyguyla görünür kılıyor.
Ana akım filmlerde ise çoğunlukla insanı yücelten, onun gücünü ve eriştiğinde neler yapabileceğini resmeden bir sinematografi görüyoruz ama farklı örnekler de var. Mesela Anthropocene: The Human Epoch filminde, doğa karşısında estetik kaygılarla insanın aslında muktedir olmadığını, gücünün yetmediğini görüyoruz. Bir ayının kas gücü karşısında çaresiz kalışımız ya da bir ağacın yüceliği, sonsuzluğu karşısında gölgesine sığınma ihtiyacımız… Bu tür filmler, insanın acizliğini resmediyor.
Bu anlatılar giderek çoğalıyor. Bunu biraz da şöyle görüyorum: Vicdan temizlemeye çalışıyoruz çünkü bugüne kadar Amerikan sinemasında ve genel film anlatılarında hep 'gidip keşfetmek', 'üstün olmak' üzerine kurulu bir dil hakimdi. Yerli halkların hikâyelerine baktığımızda da kimin kimi yendiği ön plandaydı. Oysa bugün, dünyadaki varoluş yolculuğumuzda o yerli öğretilere yeniden bakmaya başladık. Bu da hem sinematografik olarak, hem anlatı düzeyinde bir yüzleşme, bir vicdan temizliği aslında.
U.P.: İyi ki bu örnekleri verdiniz… Benim de aklıma bir film geldi. Yıllar önce izlediğim L'ours filmi vardı. Sanırım hiç konuşma yoktu, sadece bir ayının hikâyesi anlatılıyordu, başrolde de bir ayı vardı. Belki siz de hatırlarsınız, birden aklıma düştü ki bence bu da böyle bir söyleşi için verilebilecek çok güzel örneklerden biri.
Notlarımda 'kıyametin ötesine geçmek mümkün mü?' diye bir başlık var. Size şunu sormak isterim; distopik anlatıların ötesinde, Antroposen sineması nasıl yeni bir dünyada var olma biçimi önerebilir? Kendi deneyimlerinizden hareketle neler söyleyebilirsiniz?
Ö.T.K.: Film anlatılarına baktığımızda genellikle distopik bir dünya ile karşılaşıyoruz ve bu distopik dünyaya karşı sorumluluğumuzu hep ötekileştiriyoruz. Burada gerçek bir özdeşleşme imkânı yok. Bugün yaşadığımız koşullar, aslında 1945’lerde, 1960’larda 'daha iyi, daha gelişkin bir dünya' yaratma amacıyla yürütülen liberal politikaların sonuçları. Sinemada da bu koşulların gücü resmediliyor ancak biz bunu hiçbir zaman gerçek bir distopya olarak değerlendirmemişiz; dünyayı çöpleriyle yüzleşeceğimiz bir alan olarak da görmemişiz.
Öte yandan, ütopik anlatılar da doğru bir yaklaşım değil çünkü dışarı çıktığınızda karşılaştığınız dünya öyle değil; toprağı hissetmiyorsunuz, gerçeklikten kopmuşsunuz. Dolayısıyla ütopik anlatıların da karşılığı yok. Gerçekliği olmayan bir ütopya, sorumluluğu da yok ediyor. Bu ikisinin arasında, alternatif yaşam pratiklerinin gerçekten gündelik hayatla örtüşebilecek ontolojilerle sunulması gerekiyor. Seyircinin özdeşleşebileceği hikâyeler, gündelik hayatın medya söylemiyle birleştiğinde anlamlı hale gelir. Eğer anlatı gerçek hayattan koparsa, seyirciye anlık bir duygu yaşatır ama yüzleşme imkânı vermez.
Distopik anlatılarda da bu sorun var: İzleyici, '2030’da yaşanacak bir şeymiş' gibi görüyor ve hikâyeyi kendi gerçekliğinin dışında konumlandırıyor. Böylece onu yaşamayacakmış gibi hissediyor. Aslında distopyalar da bugünün sorunlarını anlatıyor ama biz onları geleceğe atfederek sorumluluğumuzu erteliyoruz. Burada bilimkurgu türünü göz ardı etmemek lazım çünkü her bilimkurgu filmi, aslında bugünün kaygılarını, endişelerini, korkularını sembolleştirir. Dolayısıyla distopyalarda gördüğümüz şeyler, bugünün değerleri ve korkularıdır ve bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor. Ben ütopik anlatılara kesinlikle karşıyım çünkü ütopik anlatılar, seyirciye sorumluluk yüklemiyor. Filmi kapattığınız anda hayatınıza devam ediyorsunuz, bir şey değiştirme ihtiyacı hissetmiyorsunuz.
U.P.: Ben de şunu merak ettim; ana akım film üreticilerine baktığımızda, sanki Antroposen dönemin krizlerini ele almak pek akıllarına gelmiyor gibi. Festival filmlerinde, özellikle kısa filmlerde bu tür anlatıları çok daha sık görüyoruz. Festival platformları farklı tabii, genellikle meraklısı, sinemaseveri takip ediyor. Ben de elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum ama ana akım üreticilere baktığımızda, bu tür krizleri işleme konusunda çok da hevesli görünmüyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ö.T.K.: Aslında var hocam ama bu anlatılara çok yeni yeni alışmaya başladığımızı düşünüyorum. Son 5–6 yıldır, özellikle pandeminin de ciddi bir etkisiyle, insanların 'krizler insan kaynaklı mı, insanın rolü ne?' sorularını daha fazla sormaya başladığını görüyoruz. Doğrudan 'Antroposen sinema' demek belki doğru olmaz ama iktidar değişikliklerinin, ekolojik sorunların ve krizlerin sinemada daha görünür hale geldiğini söyleyebiliriz.
Marvel ve DC Comics filmlerini de bu yüzden örnek verdim çünkü ana akımda en büyük bütçeli yapımlar bunlar. Mesela Aquaman (2018), okyanusların kirlenmesi sebebiyle deniz halkının yeryüzüne çıkmasıyla başlayan bir savaşı anlatıyordu. Burada insanlığın sebep olduğu kirlilik ve onun sonucunda çıkan çatışma işleniyordu. Aslında doğru okunduğunda, sinematografik açıdan çok güçlü mesajlar var ama izleyici çoğunlukla bunları kaygı bozukluğu gibi yüzeyde algılıyor. Oysa özümseyerek bakıldığında bu mesajlar çok net görülebiliyor.
Benzer şekilde dijital platformlarda, dizilerde de bu tür anlatılar artmaya başladı. Örneğin Siren dizisinde deniz canlılarının neden karaya çıktığı sorusunun cevabı, denizlerin çok kirlenmiş olması. Artık suyun altında nefes alamıyorlar ve dışarıda bir yaşam kurmak için insanlarla karşı karşıya geliyorlar.
Dolayısıyla yavaş yavaş bu tür yüzleşmeler sinemada daha fazla işlenmeye başladı ama tabii ki en büyük bütçeli yapımlarda bunu doğrudan değil, daha çok duygusal katmanları öne çıkaran filmlerde görüyoruz. Yine de zamanla bu tür örneklerin daha da artacağını düşünüyorum.
U.P.: Anlıyorum… Şimdi aklıma animasyonlar geldi, onun da altını çizmek istedim.
Ö.T.K.: Kesinlikle, evet.
U.P.: Ice Age ya da farklı animasyonları özellikle çocuklara da hitap ettikleri için çok önemsiyorum çünkü gelecek onların elinde. Biz artık orta yaş sınırındaki insanlar olarak önümüzdeki doğal ömrümüzü düşündüğümüzde, dünyayı onlara bırakıp göremeyeceğiz. Bu nedenle çocukların farkındalık kazanmasını sağlayan bu tür yapımlar çok önemli. Katılır mısınız?
Ö.T.K.: Kesinlikle katılıyorum hocam. Mesela Guardians of the Galaxy (2014) filminde, rakun Rocket ya da Groot’un hikâyeleri derin bir şekilde işleniyor. Hayvanlara yapılan zulmü ya da bir ağacın dalı kesildiğinde bile yeniden filizlenip insanı korumaya çalışmasını gösteriyor. Yüzeyde komik gibi dursa da aslında çok derin bir anlatı bu. Çocuklara hitap edebilecek şekilde sunuluyor ve insanı kendini sorgulamaya davet ediyor. Bu, animasyonların dönüştürücü gücünü gösteriyor.
Animasyonlar bu açıdan doğaya daha saygılı üretimlerin örneklerini de oluşturabilir. Tabii burada yapay zekâ üretimlerin enerji kullanımı konusunu da unutmamak lazım. Bir yandan bu tür içerikler üretilirken ne kadar enerji tüketiliyor? İnsan tüketimiyle doğrudan bağlantılı bu süreci de göz ardı etmemek gerekiyor yani ne üretirken neye zarar verdiğimizi fark etmeden yol alıyoruz. Bunları konuşmak çok önemli.
U.P.: İyi ki söylediniz, çok güzel oldu. Çok teşekkür ederim. Son soruya geldik aslında. Zaman çok hızlı akıyor; sohbet etkileyici olunca hep böyle oluyor. Bu bölüm için notlarıma 'seyircide etik yankı mümkün mü?' diye bir başlık atmışım yani bir film sadece olup biteni anlatmakla kalmayıp izleyicide etik bir sorumluluk duygusu uyandırabilir mi?
Ö.T.K.: Aslında evet, uyandırabilir ama uyandırmalı mı, bu da ayrı bir tartışma. En başta da söylediğim gibi, filmler asla sadece film değildir. İdeolojik bir bakış açısı taşımayan hiçbir film üretimi söz konusu olamaz. Tabii ki bir filmin tek görevi bu olmamalı ama 'ilişki temelli' bir anlatım kurulduğunda yani seyircinin sadece bilgi temelli değil, duygu temelli bir karşılaşma yaşaması sağlandığında filmler izleyicide bir sorumluluk duygusu yaratabilir.
Burada aklıma hemen Don’t Look Up (2021) filmi geliyor ki bence bu bağlamda çok güçlü bir örnek. İzleyiciye 'bir şeyler söyleyebilirsin, harekete geçebilirsin, eyleme dönüşebilirsin' diyebilen bir film. Aynı zamanda eyleme geçmediğinizde de bu tavrın kendisini gösteren, temsil eden bir yapısı var yani duygulanımsal bir anlatım ya da estetik, seyirciyi harekete geçirebilir ama bunun için anlatının ilişki temelli olması gerekir çünkü dünyada bir yerde savaş oluyor ya da iklim değişikliği, enerji dönüşümleri yaşanıyor diye bu olaylar sizin evinizin dışında kalıyor anlamına gelmez. Anlatılar doğrudan ilişkilendirilmeli; seyircinin bu süreçlerden nasıl etkileneceğini hissettirmeli; aksi takdirde gerçek bir karşılığı olmaz. Bu açıdan Don’t Look Up bence çok başarılı bir örnek.
U.P.: Çok teşekkürler, gerçekten çok güzel oldu. Sorularımın sonuna gelmişim, son soruyu da bu şekilde üzerinden geçmiş olduk. Son sözü size bırakmak isterim, eklemek istediğiniz bir şey var mı? Genel olarak bence çok güzel bir söyleşi ve çerçeve oldu. Hatta bu söyleşi burada kalmaz, belki bir bölüm daha yapmak gerekebilir.
Ö.T.K.: Keyifle hocam, çok mutlu olurum.
U.P.: Benim de aklımda yeni sorular belirdi ama tabii zaman kısıtımız var, bu konuda anlayışınıza sığınıyorum. Belki ileride yeni programlarda devam ederiz çünkü bu konuyu daha önce hiç işlememiştim ve çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Ö.T.K.: Çok teşekkür ederim hocam. Aslında her şeye ufak ufak değindiğimizi düşünüyorum. Son olarak şunu söylemek isterim; zarın hileli olduğunu, oyunun bozuk olduğunu, hayatın karmaşık olduğunu biliyoruz. Bu noktada bizim günlük hayatta özdeşleştiğimiz hikâyeleri ve anlatıları değiştirmemiz, dönüştürmemiz gerekiyor. Yalnızca izlediklerimiz değil, onların bize yüklediği sorumlulukların da farkına varmamız lazım. Günlük hayat rutinlerimizde bunu yapmaya başladığımızda, izlediklerimiz de değişecek çünkü biz hayatı yansıtan anlatılara sorumluluk veriyoruz ama onların parçası olduğumuza dair sorumluluğu üstlenmiyoruz.
U.P.: Çok teşekkürler, ağzınıza sağlık. Gerçekten çok güzel oldu. Bir de son olarak, içeride geçti ama belki kapanışta kısaca dinleyicilerimize önereceğiniz birkaç film ismi paylaşabilir misiniz? Benim için de faydalı olur.
Ö.T.K.:Don’t Look Up’ı zaten söylemiştim. Ayrıca Werner Herzog’un 2005 yapımı Grizzly Man filmi bu bağlamda çok başarılı. Bir de Anthropocene: The Human Epoch var, Jennifer Baichwal’ın filmi, 2018 yapımı. Ona da bakmak iyi olur.
U.P.: Çok teşekkürler. Bugün konuğum Gelişim Üniversitesi öğretim üyesi Özlem Tuğçe Keleş idi ve kendisiyle sinemayı ve sinema ile Antroposen bağlantısını konuştuk. Çok güzel bir söyleşi olduğuna inanıyorum, eksik olmayın. Önümüzdeki haftalarda görüşmek üzere, hoşçakalın.